Cuma, Ağustos 28

Bir Maceranın Sonu



Taze ehliyet sahibi bir yazar olaraktan selamlarım herkesi. Henüz elime almamış olsamda memur pazartesi alabilirsin demişti gidebilirsek ne ala. Amma velakin şu minik diktörtgen çerçeveyi alana kadar bir dizi acaip olay yaşamadım değil. Zaten yaptığım birşeyin normal seyretmesi beklenemez benden.

Bilmeyenler için şimdiden söyleyeyim ehliyet için evrak vermeye gittiğinizde önce gidip parmak izinizi veriyorsunuz. Bir değil hem 10 tane hem de bastırıp çevirip her bir yönünü. Tabi sevgili memurlarımız hiç bir uyarı tabelası koymadığından sap gibi uzun süre kuyruk bekledikten, sıra bana geldikten sonra öğreniyorum parmak izim yok. Nasıl yok "aha var bak" diye elimi kaldırasım geliyor hemde bana özel.

Mecburen paşa paşa gidip başka bir sıraya giriyorum parmak izi vermek için. Ama iş tüm parmağın detaylı profilini çıkarmak gibi birşey. Kendimden şüphe ediyorum bi suç işledim haberim mi yok diye. Verdikleri kağıdın sonunda da "olay yeri inceleme" yazıyor. Kağıdı gösterdiğim arkadaşım "olay yeri mi kız nelere karıştın sen" diyerek beni iyice korkutmadı değil.

Parmaklarımıda bir güzel resmileştirdikten sonra evrağı kapıp memur abiye gidiyorum. Kursun bana verdiği evraklar hali hazırda bir zarfta bekliyor ama beğenmiyor. Yok illa şu mavi dosyadan olacak diyor. Diğer adayların evraklarının takılı olduğu mavi bir dosya var. İyi de sabahın köründe nereden bulayım diyorum. Aldığım cevap engin hayalgücümde komik yansımalara sebep oluyor. "Caminin bahçesinde var" Nası yani caminin bahçesinde dosya sebili mi var gidip kapıp geleceğim? Arkamdan sesleniyor nüfus cüzdanı fotokopin de yok. Var yahu nasıl yok!!!

Neyse camiyi bulup minik kulübedeki ak sakallı dedeye dosyayı nereden alacağımı soruyorum. Caminin bahçesinden diyor. Yahu bir cami insanın işlerini bu kadar zorlaştırır mı? Haydee bahçesi nerede girişi nerede dosyacı nerede? Tam o sırada kırmızı suratlı başka bir dede ayrıca dosyayı da satıp ayak üstü beni kazıklamaya çalışan kişi bu. Hatırladıkça sinirleniyorum insanlar bu kadar salak yerine konamaz, camiye yardım adı altında resmen insanı soyuyorlar haksız para kazanıyorlar. Söylediği yalanda cabası. Neyse amca bana dosya lazım diyorum. "evladım dosya 5 lira içindeki evrakları sana doldurayım ben ama o zaman 10 lira alırım, emniyette doldurursan 25 liradan aşağı veremezsin" diyor. 2 satır yazı için 5 lira verecek kadar zengin değilim malesef. Amca sen bana dosyayı ver bak bende kızarıyorum senin gibi diyorum içimden. Sonra yine minik kulübedeki ak sakallı dedenin yanına gelip peki fotokopi nereden çekilir diye soruyorum. Aldığım cevap bana fazlası ile yetiyor. "Caminin içindeki çay ocağından". Haydee emniyet müdürlüğü camiyi kalkındırma derneği olmuş gibi birşey. Dosyayı alıp gidiyorum geri memur abinin yanına.

Pancar amcanın dediği evrakları doldurup veriyorum bana herhangi bir maliyeti yok. İçimden senin yaptığın hayırdan ne hayır gelir ki diyorum duymuyor haliyle. Nihayet bitiriyorum tüm işleri. Bundan sonra sokakta yürürken değil bir kedi kuşu bile sevmemeye dokunmamaya karar verdim. O kadar parmak izimi aldılar neme lazım. Hiç yoktan bela gelir beni bulur.

Çarşamba, Ağustos 26

Yolculuk Ederken...


Oldum olası yolculuk yapmayı çok severim. Hele otobüs yolculuklarına bayılırım. Trenin yeri apayrıdır. Deli misin falan demeyin hiç ben severim. Otobüsler hızla giderken tıs tıs diye ne olduğunu bilmediğim bir ses çıkarır ya hani o sesi ne zaman duysam içim bir tuhaf olur benim. Ya yolculuk etmeyi özlemişimdir ya da çocukluğum aklıma gelmiştir.

Tüm çocukluğumun yazı kışı her bayram (milli dini) Bursa'da geçti. Rahmetli anneannemin ve dedemin orada yaşıyor olması, (şimdi ise mezarları var sadece gidebileceğim) her bayram ailenin toplanması demekti. Benim de çocukluğumdaki bayram anıları bambaşkadır bu yüzden. Neyse sadede geleyim.

23 nisan mı dediniz, kurban bayramı mı, dediniz sömestır mı dediniz, o zamanlar arabamız olmadığından otobüsle Bursaya giderdik. Haliyle otobüs markalarını modellerini abimle hobi olarak takip eder olmuştuk. İşin komiği haala bu huyum sürüyor. Ne zaman bi yere gidecek olsam ilk yaptığım iş hangi otobüsün hangi modeli ile seyahat edeceğimdir beğenmediğimden değil merakımadan. Birgün annem abimle beni alıp yine bir yolculuğa giderken o zaman yeni çıkan ismi maraton olan bir otobüse binmiştik. Bir sonraki seyahatimizde otobüsü babam ayarlayacakken abim atıldı "baba sen yapma sen güzel otobüs seçemiyosun".

Herşey iyi güzel de seyahat esnasında hele hele gece yolculuğunda bir bebek yolcu ile gidiyorsanız vay halinize. Otobüsler bir bebek için olabildiğince can sıkıcı ve havasız olduğundan susturabilene aşk olsun.

Seneler önce İstanbuldan Afyon'a arkadaşlarla giderken bir bebek başladı ağlamaya. Oysa ben hem otobüsle yolculuk edeceğimden hem de arkadaşlarımla olmaktan çok mutlu idim. Vardır bir derdi deyip sessiz kaldık tabi ama arkadaşım neden ağlıyosun bi söyleyebilsen? Teyzemin yolculuk için koyduğu meyveli sütleri, kuzenimin abur cubur dolabından arakladığım bisküvi şeker ( yolda yeriz diye ödünç alıvermiştim) ne varsa verdim gene bana mısın demedi!!

Durum o kadar dayanılmaz bir hal almaya başladı ki nerede olduğumuzu bilmediğimiz bir dağ başında kış günü otobüsü durdurup bebeği aşağı indirdik. Yok vicdansızlığımızdan değil az kendine gelsin diyerekten. Nafile genede ağladı ağladı ağladı... Gruptaki erkek arkadaşlarımızdan birisi dayanamayıp "ah ulen kadın olsam alıp emzirecem" diyiverdi. Biz kahkaha kıyamet gülerken bebek yine ağladı ağladı ağladı...

Ne zaman ki artık otobüsle gidecek olsam önce bakarım bebek var mı diye. Varsa kaderim der çekerim yoksa heh şanslı günümdeyim derim yollara düşerim.

Salı, Ağustos 25

Arınıyoruz !


Bir ara kafayı sağlıklı yaşam, kilo verme gibi şeylerle bozmuş bir bireydim. Bitkisel çaylar yok yeşili yok elması, olmadı pirinç lapası gibi bilimum acaip şeyleri denemiş kitap çıkarma derecesine erişmiştim edindiğim bilgilerle. Tabi amaç sadece kilo vermekti ama benim de durumum artık amacından sapmış gidiyordu ki istop dedik.

Bir detoks çılgınlığıdır gidiyor son yıllarda. Herşeyi deneyip bunuda yapmaya yeltenip günün kalanını masamda kıvrılıp yatmakla ve lavaboya koşmakla geçirmiş biri olarak demem o dur ki önce vücudunuzu tanıyın. Bana ne mi oldu derseniz ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Sevgili Ender Saraç'tan duyup koşup ofisteki arkadaşlara yetiştirip, akabinde çok sorunluymuşum gibi koca bir kaşık hint yağını içmemle dünyam alt üst oldu.

Detoks dedikleri bir çeşit arınma yöntemi. Buna göre herhangi bir kür uyguluyorsunuz ve arınıyorsunuz? Vücuttaki toksinler atılıyor(muş). Pek tabi her zaman olduğu gibi bu olayda amacı dışına çıkıp bağyanlar bunu zayıflama yöntemi olarak kullanmakta.

Pek çok sağlık merkezi açıldı orada burada. Genelde sosyetikler kamplara kapandılar 3 5 günlük arınma için. Koca gün sadece hap ve bilimum meyve suyu içip ruhlarını ve vücutlarını arındırıyorlar bi dolu para vererek. Peki sizi kirleten ne bu kadar ?

Nereye Bakıyorsun?


Yaz mevsimi alıp başını gitmek üzereyken bir konu hakkında demek istediklerim var. Hep takıldığım bir konudur şu "güneş gözlüğü" denen aksesuar. Son yıllarda artık aksesuardan çok bir ihtiyaç olduğuu söylense de ben haala kendisine alışabilmiş değilim.

Pek çok durumda olduğu gibi bazen güneş gözlüğünün kullanımı da ülkemizde amacından sapabilmekte. Sokakta, plajda uzanırken tak di mi? Tutan mı var arkadaşım?

Tatilde (evet yine tatil anısı) buz gibi suda bi o yana bu bi yana ısınayımda yüzeyim diye kıvrılırken arkamı dönmemle karşılaştığım teyze artık bunu yazmam gerektiğini hatırlatmış oldu. Tıpkı seneler önce Mahsun Kırmızıgül'ün güneş gözlüğü ile yüzmesi gibi teyzemde kafayı olabildiğince dik tutarak yüzüyordu gözünde gözlüğü ile. (çimmek de denebilir neyse)

Yüzerken havuzda denizde takarlar hiç anlam veremem, onu geçtim sokakta taktılar diyelim herhangi bir mekana girdiğinde gözünden çıkarmayıp öylece takılanlarda var memlekette. Güneş yok ortam müsait neden takarlar b i l m i y o r u m !

İnsanlarla konuşurken göz temasına dikkat eden özen gösteren birisiyimdir. Fekat olur olmadık güneş gözlüğü takanlar sayesinde inanılmaz afallarım. Elimi kolumu nereye koyacağımı bilemem, benimle mi konuşuyor ya da benimle konuşuyor ama nereye bakıyor diye kafamdan bintürlü düşünce geçer ne dediğimi unuturum. Çünkü çoktan neredeyse karşımdakinin içine düşecek kadar yaklaşıp gözleri ile nereye baktığını bulmaya çalışırım. 2 dakika çıkar sonra yine tak di mi ne diye beni zorluyosun ki?

Resim çektirirken çıkarmayanlarda var hadi onlar bir derece ama çok isterdim gözlüklü resim çekilenlerin o an gözlükleri olmasa ve kimbilir gözleri nereye kime bakıyor görebilsem.

Güneş gözlüğü ile yürümekte bile zorlanan birisi olarak lütfen az daha amacı dahilinde kullanın he mi canlarım?

Perşembe, Ağustos 20

Aylardan Ramazan


Zaman ne çabuk geçiyor değil mi? Ben henüz yazın tadını çıkaramadım derken, tatilimin üstünden 1 hafta bile geçmemişken yarın ramazan ayı başlıyor. Bu gece sahura kalkılacak ve ilk oruç tutulacak. Ağustos ayına denk gelmesi insanları baya zorlayacak sanırım bu sene ve önümüzdeki seneler.

Benim değinmek istediğim ne zamandır da buna paralel yazmak istediğim konu her sene yaşanan kısır döngüye girmiş habercilik. Ramazanın iyice yaklaştığını haber bültenlerinden anlıyorum ben. Daha sık iftariyeliklerle ilgili haberler yapılıyor, çarşı pazar gezilip ona buna mikrofon tutulup "Efenim alışverişe çıktınız mı?" "Geçen senenin fiyatları ile farklı mı?" gibi artık benimde neredeyse spikerle birlikte söylediğim sorular peş peşe geliyor. Esnaf yok efenim pahalanmadı "al bak aynı" derken, vatandaş "ay çok pahalı uuuu uçmuş yahu bunlar" diye dert yanıyor mikrofona. Her sene içine patates karıştırılmış kaşarlarla tanışıyoruz sonra unutuyoruz. Pastırmanın kilosundan iyisi nasıl anlaşılıra geçip oradan kuru fasulyenin faydalarına zıplıyoruz.

Sonra bir diyetisyen çıkarıyorlar "iftarda ne yemeliyiz ne yememeliyiz" diye dakikalarca beslenme ile ilgili bilgiler veriyorlar. Bikaç sene daha dinlersem doktor olacağım ama hadi hayırlısı.

Sıtkım sıyrıldı her mevsim başında bir diyetisyenin haftada nasıl 2 kilo vereceğimi anlatmasından, her ramazan iftarda ne yenmeli anlatılmasından. Kırmızı meyvelerin kanserojeninden mavinin gazından. Hele dün bir haber vardı ki alanın aklına şaşarım. Bir hurma var kilosu 100 lira. Amcada zaten kansere karşı etkili diye başladı saymaya. Bizden ırak olsun ama şu kansere de herşey ilaç be mübarek!! Bi tıp bulamadı tüm esnaf çözdü olayı hayret valla!

Çarşamba, Ağustos 19

Anılar Şimdi Gözümde Canlandılar


Tatilimin ramazan ayı öncesine gelmesi çektiğim çileyi 2 katına çıkardı. Alt tarafı bir bardak çay için bile sıraya girmek zorunda kaldım yahu!! Olay sıra beklemek de değildi aslında beklerim ne olacak ki benim kadar önümdekiler de çay içmek isteyen insanlar. (yaz sıcağında ne çayı demeyin o apayrı bi konu)

Beni asıl sinir eden insanların kabalığı, dikkatsizliği, işimi göreyim sıvışayım aceleciliği. Ayaklarım kaldırım taşından beter oldu. Teyzenin biri gayri ihtiyari ayağıma basıp haala hiçbirşey olmamış gibi ayağımın üzerinde durdu. Bir an nikah masası misali "evet" diyecektim. Baktım ayağını çekmiyor bi yere gitsin olay diye. Son anda fark edip sadece donuk bir pardonla geçiştirildim.
Yine çay alırken dibime yaklaşan ergen bünyeye sağlam bir fırça çektim. Neden o kadar dibe giriyorsa arkamı dönmemle göbeğine fincanımın çarpması ve akabinde elimin yanması bir oldu. Ben de sesiz durmadım hoş o acıya sussam olmazdı.

Deniz suyunun buzdan hallice olmasından çok giremediğim için yanımda götürdüğüm 600 sayfalık kitabı bitirmek şerefine nail oldum. Çalan şarkılara etrafımda koşuşan bağrışanlara rağmen büyük bir ciddiyetle kitabımı okurken birden feci bir sesle irkildim. Zerre hazzetmediğim bir şarkıcının yine bana göre kadınları aşağılayan sözleri ayrı tiksinç olan şarkısı çalmaya başladı. Yazsam mı yazmasam mı bilemedim ama ne olacak ki. Koca plajda (sarımsaklı Plajı) şarkı çalınan kabindeki görevli çala çala İsmail Yk'nın araba mı neydi öyle isimli şarkısını çalmaya başladı. Hani şu bas gaza aşkım bas gaza diyen şarkı.

Şarkıyı duymamla tüylerimin diken diken olması bir oldu. İlk sefer ya sabır dedim katlandım ama yine olunca dayanamayıp nefesimi kabindeki görevlinin yanında aldım. Şarkıları siz mi seçiyorsunuz dediğimde gayet lakayit "yoo ben değilim" diye bir cevap verdi. Ciddiyetimi bozmadan buradan hiç öyle görünmüyor dememle şöyle bir toparlanıp bana bakarak "evet" dedi. Ben kafa dinlemeye geliyorum bidi bidi diyerek bir daha ilgili şahsın şarkılarını çalmamaları konusunda "kibarca" uyardım. Ertesi gün dinlediğim iki isim Sezen Aksu ve Sibel Can oldu. Olsundu En azından sinirlerimi hoplatmayacak insanlardı.
Kısacık tatilime bunca şeyi sığdırmışken beni asıl etkileyen bir anne ve kızı oldu. Yemek alırken bir elinde tabağı diğer eliyle ise kucağındaki bebeğini taşıyordu. Mütemadiyen bebeğine bakıp "aaşkımmmm aşkımmmmm" diyordu. İlk önce bebeğine seslendiğini düşündüm. Sonra periyodik olarak gelince bu seslenişler fark ettim ki bebeği konuştuğunda ilk kelimesinin aşkım olması için çabalıyordu. Ömrü hayatımda ilk defa muhabbet kuşu yetiştirir gibi bebek büyüten bir anne gördüm. Bizim komşunun kuşu böyle böyle konuşmuştu en son.

Herşey Dahil Derken?


Herşey dahil sistemler her ülkenin insanında farklı bir mantık uyandırıyor sanırım. Ama bizdeki gibi bir mantık kimsede yoktur diye düşünüyorum.

Bu sistemin bana sunduğu rahatlık yemek seçme özgürlüğüm (kötü huy evet), ya da çayımı kahvemi istediğim anda gidip içebilmem vs vs. Pek çoğunuzda buna yakın hisler içindesinizdir di mi? Neyse durum bende böyle iken gözlemlediğim kadarı ile (onu bunu izlemekten kendimi kaybettiğim oluyor) insanlar çeşit çeşit takılıyorlar.

Mesela Ruslar en çok karpuz ve şeftaliyi dolduruyorlar tabaklarına yiyemeyecekleri kadar. Hatta bazen yiyorlar. Zaten en çok gördüğüm tatilci tipi ruslar olduğu için tek inceleyebildiğimde onlar oldu. Buradan vardığım mantık soğuk ülkelerden ülkemize gelen turistler herşey dahil sistemde kendi ülkelerinde olmayan yiyeceklere daha çok rağbet gösteriyor.

Yerli turist için ise herşey dahil sistem, herşeyi yiyebildiğin kadar ye anlamına geliyor. Mesela açık büfe salata barın önünde bi durup baktığımda tabağında alakalı alakasız çeşit çeşit salata dolu insanlar görüyorum. Parasıyla değil mi yerim kardeşim o kadar para saydım ilk düşünceleri. Sistemden anladıkları ise onca çeşit içinde yemek istediğini ye değil. "Hepsini ye" "yiyebildiğin kadar ye".

En Güzeli En Doğalı mı?


3 5 gün diyerek neredeyse 1 hafta arazi olduktan sonra yeniden memuriyetime ve bloğuma döndüm. Hoş bunun son 2 günü izin dönüşü yoğunluğu ile geçtiğinden tüm dinlencem uçtu gitti. Hiç izne çıkamıyordum diye mızıldanan da bendim. Gittim geldim gene aynı diyen de benim. Huysuzluğum üzerimde galiba.

Daha 3 günlük mini dinlemcenden döneli 1 gün olmamışken maillerimi kontrol ettiğimde baya komik bir durumla karşılaştım. Çalıştığım şirketin yemekhanesi daha doğrusu catering firması ile ciddi sorunlarım var. Normalde de bu şekilde toplu yemek şirketlerinin yaptıklarını sevmediğimden çok hoşnut değilimdir. Tadı tuzu kullanılan yağı vs hepsini geçtim sağolsunlar bize yemek yanında bilimum protein bazında ekstradan ürünler sunabiliyorlar.

Okurken midesi bulanabilecekler için şimdiden özür dilerim ama son anlatacağım ilginç tesadüfler zinciri beni ilk iş günümde oldukça eğlendirdi.

Onca şikayet ve memnuniyetsizlikten sonra bu yemek şirketine baskın basanındır mahiyetinde şirketten bir kaç çalışanla birlikte denetleme yapılmış. Amaç yediğimiz yemeğin ne kadar streil ortamlarda özenilerek yapıldığıymış. Bu ziyaretin ben izindeyken yapılması kendi adıma şanssızlık. Düşündüğümü sakınmadan bazen patavatsızca söyleyen bir tip olduğumdam orada bulunamamak kendi adıma bir şanssızlıktı. Oysa ben bir başak burcu insanı olarak gördüğüm her detaya takılacak, eleştirecek oradakileri canından bezdirecektim.

Ziyaretin akabinde kontrole giden ve önceden şikayetçi olan arkadaşlar maillerde izlenimlerini anlatmışlar bizlere. 4 mailinde ana fikri "ooo çok temiz yermiş, günahlarını almışız, yemekler için uyardık dikakt edecekler, aman çok beğendik, oy çok beğendik" idi. Yediğim yemek gözümün önünde, tatsızlığı damağımda, acısı (yağından mütevellit) midemde iken oranın bal dök yala olması çok da umrumda değil. Uyardık gezdik gördük geldik denmiş kısaca. Oysa ben 3 senedir bu şirketteyim ve 3 senedir yapılan uyarılardan buradan köye yol olur.

Bu ziyaretin hemen ertesinde (arada 1 ya da 2 gün var) bir öğle yemeğinde arkadaşımızın yemeğinden bildiğin antenli tırtıl çıkmış kendisi de resimlerini çekerek herkesle paylaşmış. Ne tesadüf değil mi sevgili okur?? Sen onca göz boya şöyle temiziz böyle titiziz de sonra yemekten bildiğin tırtıl çıkıversin bak sen şu yaramaza!

Kendilerine iletildiğinde yapılan savunma çok çok daha komik. Mailde bir de artık organik ürün kullandıkları yazılıydı. Savunmayıda bu yönde yapmışlar "O organik bir tırtıl" Yani organikse yemekte çıkmaya hakkı var mı? Ya da bizim göz yumup ay canım ne de organik dememiz mi gerekir? Herşeyin en güzeli en doğalıdır diyoruz da organik olayının bu kadar suyunu çıkarmasak diyorum?

Not: Neredeyse 1 seneye yaklaşıyor ki ben yemekhanede yemek yemem.

Çarşamba, Ağustos 12

Tatildeyim Geziyorum (yalan)


Kış geldi geçti yaz geldi bitiyor derken bana da bavulumu alıp gitme yolu göründü sonunda.
Tüm ofisi peynir kıvamında gönderip esmer şeker olarak karşıladıktan sonra isyan bayrağını çektim.

Bugünden kelli 3 4 gün tatilde olacağım. Hoşçakalınnn :)

Salı, Ağustos 11

Çocukluğum Gençliğim


Üstünden günler geçmiş olmasına rağmen yeni toparlamıştım oysa düşündüklerimi kafamda. Hislerimi şimdi anlatabilirim diyordum ki yeniden her biri bir köşeye savruldu.

Bahadır abiyi kaybettik geçtiğimiz günlerde. Kurtalan Ekspres grubunun gitaristi, ilk görüşümde beni korkutan ama sonrasında yaptığı nüzikle sevdiren abi. Barış Manço'nun cenazesinde ve sonrasında daha aşina olmuştum yüzüne. Çocukluk ve ilkgençliğime denk gelmişti çok bilmezdim ama görürdüm televizyonda gazetede o vardı hep.

Bugün de sevgili Aykut Oray'ı kaybettik. Çocukluğumun en sevimli ama en korkulu karakteriydi. Sevim koş katil geldi :) O bidonları devirdikçe ürkerdim ben koltukta. Tırsardım onun sahnelerinde, yanımda olsa azarlayacak gibi gelirdi hep.

Çocukken tanıyıp aklıma kazıdığım insanlar öldükçe bir kere daha uzaklaşıyorum gibi geliyor bana çocukluğumdan. hiç ölmeyeceklermiş gibi gelen büyüdükçe isimlerini duymaz veya daha az duyar olduklarım... Hep orada duracak sandıklarım ölüyorlar ve onlar öldükçe ben bir yaş daha büyüyorum... Sonra Yeni Türkünün bir şarkısı geliyor aklıma istemsiz mırıldanıyorum : "biz büyüdük ve kirlendi dünya"

Nerede Kalmıştık?


Saat 20:03 bloğumu açtığımdan beri ilk defa evimden odamdan yazı yazıyorum. Düşündümde benim blog yazısı olayım rahmetli Kemal Sunal'ın "Atla Gel Şaban" filmine benzedi. Ofis ortamında sevgili arkadaşım Aslının zırt pırt "yeni birşeyler yazdın mı" soruları olmadan, telefonum çalmadan, müdürüm koridorun bir ucundan seslenmeden cümlelerimin sonu gelmez oldu.

Aslı sormayınca yeni birşeyler yazma dürtüsü oluşmuyor, telefonum çaldıkça yaratıcılığım artıyor müdürüm seslendikçe cümleyi tamamlama telaşım artıyor. Yakında hoperlörümden "şiki şiki baba" sesi yükselecek hayırlısı...

Çok konuşmuşum neyse yazmak istediğim konuya geleyim. Pek tabii ki ehliyet. Rapor almakla işler bitse yine iyiydi bu işin ders çalışması ve hele ki bana çift dikiş attıran motor dersi var efem.

Ben ezelden panik biriyimdir. Utangaçlığım babadan kalma galiba izlenimlerim bu yönde ama bu panikliğime bir çözüm bulabilmiş değilim. Alt tarafı ezberle geç olan 3 ders için (motor, ilkyardım, trafik) aylarca koca ofisi dertlere saldım. Artık milli mesele oldu benim sınavı geçip oh demem ki duruma benden daha çok sevinen onlardı eminim. Benimle birlikte herkes sorulara cevap verir olmuştu. Herkes geçmişinden ehliyet sınavı ile ilgili anılarını tazeleyip gırgır şamata eğlendi. Sonuç fuli motordan çaktı. İşin komiği ise tek soru ile kalmam ve sorulardan birine verdiğim kör cehalet ürünü bir cevap. Arka sıramdaki amcanın bana "yok artık daha neler" dedirten durumunu anlattıktan sonra verdiğim cevabı söylerim.

Sınav bildiğiniz üzre çoktan seçmeli. Okuyorsunuz bakıyorsunuz şıklardan en makul olanı ki aslında doğru olanı işaretliyorsunuz. Bu amca ise soru kitapçığında gayet güzel yazmış çizmiş karalamış fekat gelip o minik yuvarlaklara çizittirmemiş. Sınavı bitirdim diye kalkıp gittiğinde görevliler şaşırdı aa çıkıyor musunuz hiç çözmediniz diye. Adam da pişkin şekilde çözdüm ya işte diye kitabı gösterdi. Durum kendisine açıklandıktan sonra tekrar sıraya döndüler ve amca okudu sınav görevlisi abi işaretledi. 1a 2b 3c 4d derken bende konsantrasyon hak getire. Zaten paniktim oldum sinir.

Alakasız şekilde cevapladığım soruya gelince, bilmemekten değil bunu kesinlikle belirteyim.
Soru motorun hangi enerjiyi neye çevirerek çalıştığı idi. Doğru cevap Yakıttan aldığı ısı enerjisini hareket enerjisine çevirir olacakken ben "yakıttan aldığı nükleer enerjiyi ısıya çevirir" şıkkını kendinden emin işaretledim. Ne nükleer enerjisi arkadaşım atomu mu parçalıyoruz biz?

Klinik mi? Burası mı?


İçinde bulunduğumuz ay itibari ile ben de memleketin acemi ehliyet sahipleri kervanına katıldım. Oldukça maceralı bir serüven oldu benim için bu sınavlar dizisi. Hayatımda ilk defa çift dikiş gittim yahu!!

Sağlık raporu için gittiğim kahvehaneden bozma klinikte yaşadıklarım, sınavda arkamdaki amcanın henüz sorulara cevap vermeyi bilmezken bu işe kalkışması deneme sürüşü yaparken tepemde kocaman "sürücü adayı" yazıyor olmasına rağmen beni sollayarak kendini tatmin eden ego manyakları. "Bu ülkede mi araç kullanacağım ben ama nasıl" diye sordurdu kendime.

Sağlık raporu almak için iş yerimin yakınındaki yerlerden birisine gitmeye karar verdim. Dandirik bir hastanenin her yerde 35 40 lira olan bir rapora 80 lira değer biçmesi ile ilk gariplikleri yaşadık arkadaşımla birlikte. Hemen onun yanındaki klinik adı altındaki ilginç yere girmeye karar verdik. Dar köhne bir kapıdan içeri korkarak girdiğimizde kısa bir koridorun sonunda merdivenaltı danışması karşıladı bizi. Buyrun diye karşılandığımızda çoktan buyurmuştuk ve geri dönüşümde yok gibi geldi nedense. Arzuhalimi iletiverdim oradaki kasiyerden bozma arkadaşa. "Ben ehliyet için sağlık raporu alacaktımda"

Tabi diyerek işlemlerimi yaptılar, ardından beni ve arkadaşımı dar kıvrılarak yükselen merdivenlerden bir üst kata çıkardılar. üniversitede kaldığım apartmandan bozma yurt bile buradan çok daha güzeldi. Merdivenin sonunda geniş bir düzlüğe çıktık. birkaç kapı vardı ortaya açılan. Mesleğinin ne olduğunu çözemediğim bir teyze beni göz yazan odaya aldı. Tam muayeneye başlayacaktı ki o da ne elektrikler yoktu klinikte?

Oysa gözümü bir alete dayayacak flip flip sesleri eşliğinde gülmemek için kendimi kasıp gözlerimi teslim edecektim ben. elektikler yok neyse şöyle yapalım diyip karşıdaki harfleri göstererek göz sağlığımı ölçtüler. Bitti mi bitmedi!

Ben işlem tamam sanırken asıl bombayı sona saklamış meğer teyze. eline rastgele bir broşür alarak bana yaklaşık 2 metre uzaktan gösterip burada ne yazıyor dedi? Ya ben bir baskı atölyesinede çalışıyor olsaydım ve o broşürü ben basmış olsaydım ne olacktı? 8e varan bir miyopla maaşallah mı diyecekti? Neyse ben hayret ve şaşkınlıkla okuyamadığımı söyledim. Broşür indi, ardından sona sakladığını düşündüğüm soruyu yöneltti "Ruhsal bir rahatsızlığın var mı?" şimdi ben bu soruya ne diyeyim? Deli olsam deliyim mi diyeceğim ya da bana inanacak mı? Kafamı iki yana sallayarak hayır dedim. Arkadaşımla yeniden kıvrılan merdivenlerden şaşkın şekilde merdivenaltı danışmasına indik.

Yaşadıklarım az gelmiş olacak ki (kendi unutkanlığıma kılıf uyduruyorum şu an da) rapora iliştirilecek resmi unutmuşum. Haydee dön başa. Yeniden ofise gidip resimleri alıp geri dönmem anlamına geliyordu bu ki hiç sevmediğim klinik kahvesine gelmek isteyeceğim son şeydi. Mecburen gittim resimleri alıp geldim. O sırada elektriklerde teşrif etmişler saolsunlar bu sefer arkadaşım olmadan kıvrılarak çıktım yukarı. Gülmemek için kastığım flip flip sesleri eşiliğinde yeniden göz muayenesi oldum. Biraz önce de sağlıklı değil miydim ben bu neyin nesiydi?

Danışmaya bu sefer elimde resimlerle gidip raporumu alabileceğimi söyledim. Her gidip gelişimde elinde bir kalem ve gazete bulmacası burnunun ucundaki gözlüğü ile sandalyeye tünemiş duran adamın "başhekim" olduğunu öğrenmemle bu saatten sonra hiçbirşeye şaşırmayacağımı anladım. Danışmadaki ablanın başhekim amcadan imza isteyip onunda iki çizittirmesi ile işlemim bitmiş oldu. Tabi ben de bittim...

Hayatı Mesai Sanmak


Aslında bu yazıyı yazma fikri kafamda canlandığında evden yazmalıyım demiştim ama kısmet işte. Kitap okuyayım diye kendimle inatlaşınca, yazı yazmak bir yana elimi kaldıramayacak hale düştüm.

Dün fark ettim ki bu memuriyet hayatı beni iyice sarıp sarmalamış. Evden işe işten eve giden gidince yatıp dinlenen bir tip olup çıkıvermişim. Onu da geçtim interneti de kendi memurluğuma benzetip sabah 8 akşam 17 30 sınırları dahilinde kullanır olmuşum ki yazılarımda beni destekler saatlerde yazılmış. Hele haftasonuna hçi değinmiyorum tek bir kelam etmemişim ey okur. Acaba Tanzanya'dakilerde anlıyor mudur?

Yazıyı evden yazmaya niyetlenmemin amacıda işte tam bu idi. Bak sadece işten değil evden de gayet yazılarımı yazıp bloğumla ilgilenebiliyorum demek içindi.

Kitap okumak için insan kendisi ile neden inatlaşır ki ama di mi? Dışarıdan bakınca evet öyle. Eskiden sayfalarca ders çalışırken şimdi 2 satır yazı okuyuversem bütün dünyam tepetaklak oluveriyor. (yaşlanıyorum ey ahali) Dün de sevdiğim bir kitabı yanımda getirip okumaya başladım eve dönüşte. Bilimum mide bulantısı vs olmasın diye kendimi baya kasıp "ooo olmuyo işte geçmiş" diyerek 1,5 saatlik yol boyu baya bir okudum kitabı.

Mutlu mesut durağıma gelip inmek için hallendiğimde ise geçmemiş olduğunu bana sağlam şekilde gösterdi bünyem. Sebebini henüz keşfedememiş olsam da gün itibari ile bunun üstüne gitmemeye karar verdim yat uyu işin ne?

Cuma, Ağustos 7

Minareden Aşağı At beni


Herkesin inanışı kendine diyip klasik olarak saygı duyuyorum diye köşeme çekilsem bile oldum olası Hindistan eşrafının gelenek görenekleri hayretlere düşürür beni. O da insan ben de insanım derim içimden ve hep söylerim allah şaşırtmasın diye.

Geçenlerde akşam haberlerinde izlerken ( gündüz haberini kim kaybetmiş ki ben bulayım) denk gelip içim acıyarak izlediğim yeni bir geleneklerini daha öğrenmiş bulunuyorum hinduların.

Bu öğrendiğimiz adetlerine göre "Çünkü, Hindular ve güney bölgelerde yaşayan bazı Müslüman gruplar arasında yaygın olan geleneğe göre, çatılardan fırlatılan bebekler, hem sağlıklı oluyor hem de bu onlara uğur getiriyor." haber kaynağı ve devamı için http://www.hurriyet.com.tr/dunya/12228143.asp?gid=229

Yazı resmi olarak haberden bir resim eklemeyi malesef içim almadı. Televizyonda izlerken bile bebekler korku ile ağlayıp o çatıdan düşerken benimde tansiyonum indi indi çıktı. İnek resmi seçmem ise gayet düz mantık Hindistan denince ilk akla gelen "inek" olduğu için.

Gelenek oldukça ilginç. Sen tut el kadar bebeği çatı katından at aşağı. Neymiş sağlıklı olur ve uğur getirirmiş. Oradan aşağı beni de atsalar sağlam kalırsam ömrüm boyu he heyt bana mısın demem dalarım her belaya heralde. Annem babam beni öldürmeyi göze almış len senden mi korkarım derim demem de bilemedim şimdi. Ben işi gırgırına vuruyorum biraz. 700 senedir insanlar akıllanamamış, bu cehaletin önüne geçilememiş iken benim elimden pek birşey gelmiyor. En fazla kendi bebeğimi atmam heralde ne yapaydım?

Daha önce de bir haberde yine hintli bir amca erkek çocuğu olsun diye 30 senedir yıkanmıyormuş ve bunun uğur daha doğrusu kendisine bir erkek bebek getireceğine inanıyormuş. Sonuç mu? Muhtemelen hüsran çünkü haala bir erkek evlat sahibi değilmiş saç sakal hak getire tabi tarzandan hallice bi abi. Onca sene yıkanmazsan değil erkek evlat, inek bağlasan durmaz be amca dememiş kimse tabi ona. Burada olsa ensesine ben vurmasam da gazeteyi dolayıp vururdum kafasına kendine gelmesi için.
Allah şaşırtmasın efenim.


Yok Vallahi İnanmam



İnsanların birbirine ispatlayamadığı, çoğu kişinin de asla inanmadığı yaşanılan durumlar vardır örneğin ; horlamak, sayıklamak, diş gıcırdatmak

Horlayan bir insana "of bütün gece kükredin be abi" dediğiniz zaman duyacağınız tek cevap vardır: "ben horlamam". Bunun aksini söyleyen bir elin parmaklarını geçmez. En azından ben görmedim.

Uykusunda konuşan birisine "abi tüm gece susmadın" dediğiniz zaman muhtemelen size şizofren muamelesi yapacaktır. Bu sebepledir ki olur da odanızı kardeşinizle paylaşıyorsanız (bir zamanlar ben) veya bir sebepten aynı odada birkaç kşi kalıyorsanız (misafirlik) kendinizi duruma alıştırın çünkü size inanmayacaklardır.

Horlamak ve diş gıcırdatmak bir sağlık sorunundan ileri gelse de uykusunda sayıklayan insanlar hep ilgimi çekmiştir. Senelerce aynı odayı paylaştığım kardeşimin "fulya atsana şu topu" diye elini havaya kaldırıp bağırması ile yaşadığım şoku anlatmam mümkün değil. Gecenin karanlığında kalkıp etrafımda top aramışlığım vardır. Sonra alıştım tabi.

Uyku güzeldir, uyumak güzeldir haftasonu da gelip kapıma dayanmışken herkese iyi uykularrr

Perşembe, Ağustos 6

500 T Konserveleri


Halk otobüsleri yolcu popülasyonu çok geniş olan otobüslerdir. Çok ilginç insanlarla karşılaşabiliryorsunuz; menopoz teyzeler mi dersiniz, kıl tüy huylanan mı dersiniz. Bir nevi sosyal araştırma kutusudur. 2008 in üçüncü çeyreğinde başıma gelen 2 olay var beni hayretlere salan.
Bir cumartesi günü leventten binip anadolu yakasına geçmek üzere yola çıktım. Otobüs tıklım tıklım olmasına rağmen orta kapının oradaki alanda bir boşluk gördüm mutlu oldum. Bir sürü vücut bulunmasına rağmen orası boştu (bir iş var ama nereden bileyim) Bahsi geçen kalabalığı aşıp seyahat etmeyi planladığım boşluğa adımımı atacaktım ki ayağım havada asılı kaldı. Sebebi ise boş görünen yerde evet "yerde" demirden iri bir kafes ve içinde takriben 20 adet güvercin vardı. Yayılan kokuyu varın siz düşünün. İneceğim durağa kadar kanat çırpışları ile tabiri caizse uçarak geldim.

Birgün yine karşıya geçmek üzere 500T ye bindim. Muavin arkaya ilerleyin dedikçe yanımdaki arkadaşımla birlikte ilerliyorduk. Orta kapının hemen önündeki koltukta bir huysuz teyze oturuyordu. O kalabalıkta çantayı mı kollayasın tuttuğun yere mi bakasın ya da bastığın yere mi insan bilemediğinden, arkadaşım yanlışlıkla bu teyzenin koridora taşan ayağına "nazikçe" basmış. Teyzeden bir nida geldi "yavaş ol evladım" diye ama arkadaşımın dediğine göre henüz basmamıştı bile. Artık ilerleyecek yer kalmadığından mecburen bu teyzenin başında dikildik. Omzumdaki çantam ister istemez teyzenin omzuna değiyordu ama istemsiz bir değme çünkü arkadan ittirildikçe yapacak pek birşeyim kalmıyor. Fakat çantamı teyzenin omzuna yüklemek gibi bir durumum yoktu, yüksekteydim ve sadece "değiyordu" ki teyzeden yine bir ses geldi "evladım çantanı çek omzum ağrıyor!!!" Zaten ayakta zor duran ben sinirlenip "pardon ama sırtınıza yüklemedim heralde istemeden değiyor" diyiverdim. Akabinde teyzeden yine afallamama sebep olan bir cevap geldi "sen farkında değilsin ama omzum ağrıyor!!" Be kadın çantamın omzuna uyguladığı basınç hamam böceğinin yürümesi ile aynı iken bu ne hissiyattır böyle... Peki dedim geri ittirdim kendimi. Teyze kozyatağı durağında indi fakat ben haala bir insan nasıl bu kadar huysuz, terbiyesiz, yalancı olur anlamış değilim. Çünkü otururken önünde duran 2 çanta ve bir poşeti ağrıdığını söylediği sol koluna takıp diğer sağlam kolunu sallaya sallaya yürüdü. Bense boşalan koltuğuna oturup uyudum.

Sözüm şöferlere: Şoferler halk otobüsü dediğiniz şeye tüm halkı aynı anda bindirmek zorunda mısınız?

38,5dan 39


Büyük numara ayakkabı giyinen pek çok hanım kızın belli başlı sorunları vardır ve hayat onlar için diğer hemcinslerine göre daha zordur. Çünkü bir kadın olarak beğendikleri pek çok ayakkabının kendi numalarına eş düşen kalıplısı ile karşı karşıya geldiklerinde yaşadıkları hayal kırıklığını hayal bile edemezsiniz.

Buna sebep olarak ben en büyük suçu ayakkabı satıcılarında buluyorum. Koyuyorlar vitrinlerine 35 36 numero papuçları. İnsan görünce haliyle "ayy çok şirin" "bunu kesinlikle almalıyım" "hiiiiii süper bu ya" gibi duygu seline kapılabiliyor. İndirim dönemlerinde yaşanan hayal kırıklığının şiddeti daha çok oluyor.

Bir ayakkabıyı beğenip bütçeyi ayarlayıp nihayetinde almak için mağazaya gittiğinizde büyük bir mutlulukla şu modelin 39 numerosunu istiyorum dersiniz. Model orada 36 model olarak takılmaktadır. Satıcıda mal satacak olmanın verdiği mutlulukla hayhay deyip size istediğiniz (birazdan istemeyeceğiniz) papucu getirir. O şok anı ile genelde benim içimden geçen ama satıcıya ifade edemediğim tepki: "ben sizden bu modelin 39 numarasını istemiştim ama bu fırıncı küreği" dir.

Bir de buçuklu ayak modeli vardır ki hiç bir kalıba sığmaz. Boşa koysanız dolmaz doluya koysanız almaz. Sivri burun ayakkabı modası vardı bir ara. Numara büyüdükçe burun uzuyor, odalara salonlara sizden önce giriyordu resmen. (evlerden ırak) 162 boyla (son doktor maceramda öğrendim ki insan 20 sinden sonra uzayabiliyormuş) 39 numero ayak nasıl olur demeyin allah yaratmış ilişmeyin.

Eline Beline Diline Sahip Olmak


Son günlerde medyada en çok tartışılan konulardan birisi "ünlü" bir iş adamının 17 yaşında henüz reşit bile olmamış biz kız çocuğu ile (Kanunen 18 yaşına kadar her insan çocuk sayılır) babasının imzalı izni ile evlenmesi. Bu yetmiyormuş gibi peygamberinde buna benzer bir evlilik yapmış olmasını rehber gibi göstermesi onu da geçtim zırvalamaya varan bilimum demeçleri.

Bu evlilik "bana göre" paranın insanların gözünü nasıl kör, kulaklarını sağır edebileceğinin, aklı şaşırtabileceğinin kanıtıdır. Hani allah şaşırtmasın derler ya bariz öyle bi duruma düşmüş çünkü.

Evlilikle ilgili ilk beyanatları okumadan önce 71 yaşında bir adamın 17sinde bir kızdan ne beklentisi olabilir ki diye düşünmüştüm. Henüz ne fikri ne bedeni olgunluğa erişmemişken evlilik kararını geçtim dedesi yaşında birine "evet" demek nasıl bir ahlaktır nasıl bir mantıktır benim aklım almıyor.

Bu iş adamımız ile yapılan son röportajın gazetede yayınlanan fragmanı ise bana artık "oha" dedirtmiştir. Evlenmek için 50 kız arasından hem de 17 yaşında olan birini seçmek !!! Aklım hayalim almıyor benim böyle bi durumu. bu tamamen kadına ve evliliğe bakış açısının sığlığı ile alakalı olabilir tahminen. Kendisine baksın diye bir çocuk ile evlenmek!! Böyle durumlarda biz çocukken "sana belediye baksın" derdik neyse. 18inde kız vardı da ben mi evlenmedim demek vs vs...

Seçilmeleri için 50 kızı getiren ailelere söylenecek aslında çok şey var ama neyse genç yaşımda mahkeme koridorlarında sürünmek istemem. Röportajın başlıklar halinde verilmiş maddelerinde artık nasıl bir röportaj ise konu nerelere gelmiş yarın öğreneceğiz, dedem yaşımdaki amcam cinsel hayatının haala tıkırında olduğundan dem vuruyor. İnsanın aklına Şener Şen'in oynadığı Züğürt Ağa filmindeki babası geliyor. Ben karı istirem ben karı istirem..


Benim aklımı kurcalayan bir nokta var. Bu dedemiz bir önceki demecinde artık yataktan zor kalktığını (neden bilemeyeceğim), o yüzden bu kızceğizi kendisine bakması için eş seçtiğini söylemiştir. Bu son röportajda ise bize verilen ön izlemeye göre baya baya aktifim ben diyor.

Muhtemelen yaşının verdiği bir unutkanlık durumu var yoksa bu ne perhiz bu ne lahana turşusu di mi? Kendisine tez elden bir nörolog, psikolog, kardiyolog öneriyorum, eş manasında değil yanlış anlaşılmasın..

Gazeteciliğini yazılarını oldum olası sevmediğim Ayşe Arman'ın ise marifetmiş gibi böyle bir röportajı gerçekleştirip bizleri bu evlilik ve işadamının cinsel hayatı konusunda aydınlatması takdire şayan. Bizde tüm ofis kara kara düşünüyorduk yahu nasıl olur bu evlilik 17 yaşında kız bu adamla ne yapacak diye. Sağolasın Ayşe Arman gazeteciliğin geldiği son noktadır bu röportaj. Bir de sanki marifetmiş gibi muhteşem ikili tadında resim koymuşsunuz. Odama poster niyetine asıp torunlarıma göstereceğim. Ne olursan ol eline beline diline sahip ol diyeceğim.

İlgilenenler için haber kaynağı ; http://www.hurriyet.com.tr/gundem/12223078.asp?gid=229

Çarşamba, Ağustos 5

Olmak ya da Olamamak


Her insanın hayatta yapmaktan zevk aldığı şeyler vardır. Yeteneğide varsa eğer sanat olur hayran olunulur ortaya çıkan eserlere. Kimi çok güzel resim çizer dünyaları sığdırıverir bir kağıda ressam olur, kimi hislerini döker kelimelere şair olur. Hayranlıkla baktırır resmine ressam, zevkle okutur şair.

Ne çok istemişimdir 2 kıta şiir yazabilmeyi, bazen hüzünlendiğimde ya da arkadaşlarıma doğum günlerinde kafiyeli dizeler yazabilmeyi. En fazla yapabildiğim son söylediğim konusunda yaptığım şiir adında şaklabanlıklarımdır. Keza resim aynı şekilde. TRT de bir ressam vardı Bob Ross. Haftasonları onun programını izler sanki kendim yapıyormuşcasına sevinirdim. Oysa benim resimlerim çöp adamdan öteye geçemediler.

Neredeyse tüm ailemde resime ve el işlerine karşı inanılmaz bir yetenek olmasına rağmen nedense bu genler beni teğet geçmiş olacak ki ortaya çıkan eserler kendine baktırmayı geçtim kaale bile alınmazlar. Annemin el işi işleri onun ikizi olan teyzemin senelerce kurslarda batik boyama vs öğretmenliği yapması, bir diğer teyzemin yağlı boya tabloları ve bu genlerinin ben hariç diğer kuzenlerime itinayla geçiş yapmaları benim şanssızlığımdan başka birşey değildir sanırım.

İlk ve son şiir denememem ilkokul 5. sınıfa giderken Orman Haftasında öğretmenimizin sınıfın en başarılı öğrencilerinden olmamdan kelli benden bir şiir yazmamı istemesi ile olmuştu. Kalem elimde deftere minik noktalar halinde vurup düşünebildim sadece rölantiye almıştım kendimi resmen. Sonra öğretmenim gelip "e hadi yazsana ormanın yararlarından bahset" demesi ile bende bir zeka ampulu hayalgücü gaz lambası yanıverdi.

Madem konu orman idi aklıma gelen ve hocamı dumurdan dumura uğratan şu dörtlük döküldü kalemimden kağıda.

"dağ taş tepe

orman orman orman

hava su deniz

orman orman orman"

(Telif hakları yazara aittir)

Not: Her başarılı öğrenci güzel şiir yazacak diye birşey yoktur di mi?

Hayat bazen öyle yerlere getiriyor ki sizi. Seneler önce Orman haftasında bu facia dörtlüğü yazan ben, liseye geldiğinde yine bir Orman Haftasında yapılan kompozisyon yarışmasında İstanbul üçüncüsü oldum.

Bu da böyle bir anımdır.

Sakarlık



Sakarlık bir meziyettir. Bazı kişilerin başına öyle olaylar gelir ki "bu ancak senin başına gelebilirdi" dersiniz. Nokta vuruşu misali aklınıza hayalinize gelmeyecek derecede sakarlıklar yapabilirler. Her telefon açışınızda "nbr ya sesin çıkmıyo hiç" diye sorsanız bunun sebebi daima bir kazaya kurban gitmiş olmasıdır ya da o sırada zincirleme vukuatları ile çok hareketli bir hayatı vardır.

Sakarlık ile dalgınlık arasında ise çok ince bir çizgi vardır...Bununla alakalı olarak mailime gelen bir hikayeyi paylaşmak istedim (mailden bir kuple)
Kanca
Sahil kasabasındaki meyhaneye giren tek bacağı, tek kolu ve tek gözü olmayan kara korsan müşterilerin derhal dikkatini çekmiş.
Tahta bacağını ileri doğru uzatıp kanca kolunu yanındaki iskemleye dayadıktan sonra içkisini yudumlayan korsana meyhanedekiler biraz hoşbeşten sonra merakla sormuşlar:

"Bacağını nerede kaybettin?"

"Çok şiddetli bir deniz savaşında, çarpışma sırasında."

"Ya kolunu?"

"Düelloda."

"Peki ya gözüne ne oldu?"

"Martı pisledi."

"Martı pislemesi gözü kör eder mi?"

"Martı pislediği gün koluma kancayı yeni taktırmıştım da.

Not: Bu okuduğunuz korsandan halliceyim.

Bi Susar mısınız?


Seneler önce bir süt ürünleri markasının çıkardığı su için kullandığı slogandı. Reklama girmeyeyim diye isim vermiyorum. (o derece okuyanım çok ehi ehi) Şimdi ise benim karşı çatıda çok sesli koro modunda uykumu baltalamaları sebebi ile martılara sıkça söylendiğim söz.


Üzerine onlarca şiir yazılan, yaz kış vapurlarda artistik pozlarını yakalamak için insanların türlü şekillere girdiği, bilimum simit kaşarla beslenen (vapur, feribot kısmında), her daim sevilen, duyusallık, asilik bilimum duyguların üzerine yüklendiği bir kuş olan martıdan ne derece tiksindiğimi anlatmaya kelimeler yetmez. Hayvan düşmanı değilim ama martılara karşı son 10 yıldır duyduğum nefreti evime gelip bir gece konuk olan misafirlerim çok daha iyi anlarlar.


Her sene mayıs ayında karşı apartmanın çatısına bir martı ailesi yavruluyor. Benim kabusum işte bu aylarda başlıyor. Senenin en sevdiğim dönemi olan ilk bahar yaz benim için azap günlerine dönüşüveriyor. Bu kuşlarda saat kavramı yok bunu bi kere öğrendim o kesin. Ayrıca olabildiğince çirkef hatta kuş familyasının en yüzsüzü diyebilirim. Susmuyorlar anası ayrı danası ayrı ötüyor. Ötsün ona birşey demiyorum ama mümkünse benim uyanma saatlerime yakın ötsün alarm niyetine kalkarım.

Haftanın 5 günü sabahın köründe (05:45) kalkıp işe giden biriyim, haliyle uyuduğum her dakika altın değerinde. Sabah 4 gibi önce yavru martı başlıyor viklemeye "viykkkkkk viykkkkkk" diye sesi kısılmışcasına ilginç şekilde ötüyor ve inanılmaz derecede sinir bozucu bir ses. Yetti mi? Yetmez lütfen!! Bu sefer koşup gelip anası başlıyor gak da gak... O kadar geliştirmişler ki bu ötme işini kahkaha attıklarına tanık oldum o derece. Ben de boş durmuyorum tabi onların bu koro çalışmaları karşısında. Ama dedim ya susmuyorlar yüzsüzler diye. Evde patates soğan kalmadı atacak bana mısın demediler. Tüm zerzevatımız karşı çatıda resmen. Attıkça ötüyorlar yüzsüzler.

En son hain planım ise kuru sıkı bulup tek tek vurmak idi ama o kadar cani değilim, sonumuz ne olacak kısmet. Benim bu sevgisizliğime ve her daim yaptığım planlarıma şaşıran, beni hayvan düşmanı ilan eden arkadaşım ve teyzem aralıklarla evimde misafir oldular ve özellikle odamda ağırladım kendilerini. Sonuç; sabah uyandıklarında martılarla ilgili ikisinin de kafasında hain planlar oluşmasıydı.

İşte bu yüzdendir ki bu derece çirkef yüzsüz bir kuş türüne bunca anlam yüklenmesini anlamam.

Salı, Ağustos 4

Seni Uzaktan Sevmek...




Bazen çok sevdiğiniz şeyler size acı verir ama kopamazsınız bir türlü. Alışkanlık değildir kopamama durumunuz. Hayatınıza girdiği andan itibaren acı çekeceğinizi bilseniz dahi yine de vazgeçmezsiniz, bile bile lades demektir yaptığınız ama kopamazsınız. Türlü engeller yasaklar koyarlar önünüze ama yıldırmaz hiçbiri sizi.


Alt tarafı domates ve çileğe olan alerjimden bahsedeceğim ne alemi var bu kadar duygusal lafın di mi? Öyle değil işte olay. Benim çileğe olan aşkım ve sevgim domatese olan sevgim onların bana duyduğu "uyuz olma" hissinden çok daha gerçek ve sağlam.

Senelerce elma niyetine kütür kütür yediğim domatese ve kilolarca alıp eve geldiğimde konu komşunun görüp "annen reçel mi yapacak?" sorusuna "hayır ben yiyeceğim" diye cevap verdiğim çileğin gün gelip antipatik bir durum olan alerjiye dönüşmelerinin hazin hikayesidir bu. Benden ve vücudumdan neden bu kadar hoşlanmayıp türlü semptomlar ortaya çıkarıyorlar çözebilmiş değilim. Oysa ben çocukluğumdan beri ikinizi de ne çok seviyorum bi bilseniz. Aradan 15 sene geçti ama ben ne sizden vazgeçtim ne de size olan sevgim azalmadı canım domtizim ve çileğim.

Yumurtanın yüzüne bile bakmıyorum suratımı çeviriyorum ama sizin yeriniz bambaşka benim kalbimde ve galiba vücudumda. Çünkü ne zaman yesem sizi neredeyse yerlerde debelenir hale getiriyorsunuz beni. Çocuk aklımla bilmeden bi kötülük mü ettim ki? Babamın türlü yasaklarına rağmen çaktırmadan yiyorum sizi kahvaltıda bilimum öğünlerde.

Unutmadan aranızda bir de şeftali var fekat kendisini görmeye bile zor dayandığımdan resmini ekleyemedim isminide çok anmadım. Kendisini soymadan yiyememek gibi bir durumum var. diyeceksiniz ki amma huysuzsun. Huysuzluk değil bu aksine huylanıyorum diye iğrenç bi espri ile cevap verebilirim ancak.

Hayatında çok sevdiği 3 besinin üçüne birden alerjisi olan başka kaç insan tanıyorsunuz? Deli gibi sevdiğim şeftalinin kabuğunu soyması için evde kimse yoksa eğer telefonla alt katta oturan vefakar arkadaşımı çağırıyorum. Neyseki derdimi bildiğinden gık demeden gelip bana yardımcı oluyor. Çok zor şartlarda hayatımı idame ettiriyorum ey okur.

İzindeyim Deva Bulamam


Çalışan insanın pazartesiden itibaren 4 gözle beklediği cuma gününün hemencik gelmesidir. Pazartesinin güzel taraflarından birisi de zaten en çok hayal kurulan plan yapılan gün olmasıdır. Durum bende böyle en azından. Hele o hafta nöbet yoksa ve koskoca 2 gün beni bekliyorsa Himalayalara bile çıkarım oradan kayarak penguenlere yem verip eve dönebilirim o derece hayalperestliğim tutabilir.

Fakat kazın ayağı malesef öyle değil. Hiçbir zaman kafama koyup yapayım ben bunu dediğim herhangi bir aktiviteyi bilimum üşengeçliğimdem veya o anki şartlardan gerçekleştirememişimdir. Tatilden çok tatil planı yapanlardanımdır zaten, türlü plan programdan sonra izin günüm gelir kapıma dayanır.

Sabah olur uyanırım, yatak tatlı gelir kımıl kımıl olurum içinde. Sonra kalkar ne çıkıcam dışarı evimde dinlenir kahvaltımı yaparım derim. Hele günlerden pazar ise Pazartesi sendromu Sendromu yazımda da söylediğim gibi şıppadanak akşam olur. Akşam olmasa bile yataktan çıkamama, kahvaltı derken öğlen oluvermiştir. Mevsimlerden Yaz ise "amannn hava sıcak ne çıkıcam dışarı" gibi kendimi kandırmaca cümlesi ile en fazla balkonda takılırım. Mevsim kış ise herhangi bir bahaneye gerek yok ki.

Benim en işe yarar yaptığım şey günü kendime ayırıp biriken ütülerimi yapmak, arkadaşımı çağırmak ya da daha sosyal takılıp kalkıp misafirliğe gitmektir. Oysa artık misafirden bile sayılmıyormuşum öyle dediler geçen gün. Bunları düşünürken bile zaten bir yarım saat tv karşısında geçiyor planlama için. İzin gününde bu durumda bile çok şey yapılır "hiç" gibi görünür.
Home sweet home.

Pazartesi, Ağustos 3

İkon"can"

Türkçede herhangi bir karşılığı olmayan kullanım alanı da sadece 3 5 kişi için sınırlı olan bir kelime ikoncan. Benim değinmek istediğim ise hayatıma neden ve nasıl olduğunu anlamadığım şekilde giren bu ikoncanlar getirileri ve götürdükleri.

Hiç bir anlamı olmayan bu ünvanı almalarının sebebi ilginç kıyafetleri. Boy boy davetlerde görünmeleri. Giyinmek adı altına ilginç aksesuarları orama burama takıştırmak sanırım yapacağım en son şeydir ki küpe bile takamayan birisi olarak en lüks aksesuarım bandanalarımdır. Hayatıma giriş kapılarıda gazetelerin 2. sayfalarından, bazen de manşetin bir üst köşesinde minicik bir karedeki pozları. O küçük önemsiz haberler o kadar işlemiş ki beynime adını simasını ezberlemiş oldum artık kendilerinin.

Ne yaparlar ne yer ne içerler, ne mezunudurlar en ufak bilgim yok, tek bildiğim bir şezlong ile yek vücut olup marsıktan hallice dolanıyor olmaları ki zurnanın zırt dediği yer burası. Baktıkça bakasımın geldiği bir güzellik yok elimin altındaki gazetede "vay be analar neler doğuruyor" diyebileceğim bir olaylarıda yok. Ama yaptıkları öyle birşey var ki beni hayattan soğuttular malesef.

Hayat onlara güzel. Para var huzur var misali. Yaz gelince gidiyor bir otele, yatıyor şezlonga vay bronzlaştı!! Ben de saf saf mayıs haziran gelince hayallere dalıyorum saf gibi, yaz geldi diye bi coşup halleniyorum. Oysa sabah 8 akşam 5 benim yaz aylarım, neyime sevinmek?? Son yıllarda kendisini okudukça yaz aylarından soğudum hiçbirşey yapmıyormuşum onu anladım. Dedim ya hayat buna güzel.

Giyim kuşama gelince ikon ikon diye diye artık alışverişten zevk alamaz oldum. Hiçbirşey beğenmez yakıştıramaz oldum kendime. Tüm hayat enerjimi sömürdüler. Oysa benim hayalerim vardı..

Azıcık Ucundan


Başlığı okuyup aldanmayın sakın. Çağrışım engellenemez misali ilk aklınıza gelen sanırsam sünnet idi ama değil. Benim hayatım boyunca bir meslek grubuna (kuaförler) asla tarifini veremediğim daha doğrusu inatle öğrenmek istemedikleri bir uzunluk birimidir "azıcık ucundan"

Saçlarımla aramdaki bağ çok güçlüdür. Her kadın gibi bende özen gösterir severim tabi ama benim durumum daha tutkulu. Çocukluğumdan beri annem her okul dönemi beni kuaföre götürüp saçlarımı "öğrenci saçı" diye tabir ettiği bir kısaltma yöntemi ile kestirirdi. Hiç unutmam birgün yine kuaför sonrası benden bir yaş büyük abimle sokakta oynarken abimin yoldan geçen arkadaşı "aaa senin erkek kardeşin mi var" demişti de "ben kızım tamam mı" diye köpürmüştüm. Ortaokula kadar bu devran böyle sürüp gitti, ne zaman ergen oldum makasa bir dur dedim. Liseye kadar bildiğin rapunzel olmuştum. Üniversitede okurken şofbenimizin patlayıp haftada bir hamama gitmemizden dolayı (okul hayatım ayrı roman olacak cinsten bu arada) baktım olmuyor kıydım canım saçlarıma içim acıyarak.

Ben ve bir çok hemcinsim binbir emekle uzattığı saçlarını kuaförlerin hiçbir kalıba uymayan ölçü birimleri sebebi ile kaybetti. Hiç bir zaman bir kuaföre uçlarından aldırmaya geldim dediğimde ucunun gövdesine 5 10 cm uzak olduğunu anlatamadım. Her zaman kafalarına göre kestiler. Belki de ben gitmeden önce öğrendiği modeli benim saçlarımda deneyecek olmanın heyecanı ile beni dinlememişti bile.

Bundan 2 sene önce yine böyle bir gaflete düşüp uçlarından aldırmaya gittiğimde neredeyse belime kadar olan saçlarım ensemde çıkıp geldim eve. Yaşadığım moral bozukluğundan ziyade uzun saç seven bir erkek arkadaşa sahiptim ve ilk gördüğündeki anı olabildiğince geciktirmek yapabileceğim tek şeydi ama olmadı. Saçımı kestirmemin akabinde buluştuk. Fönlü hali ile ensemin azıcık altında salınan saçlarımı sırf erkek arkadaşım fark etmesin diye nisan sıcağında kafamda yün bere ile dolandım durdum. "Hava sıcak değil mi" sorusuna yok ben üşüyorum diye kısa cevaplar vererek durumu geçiştirdim ta ki bir cafeye yemek için girene kadar.

Deli damgası yememek için beremi çıkardığımda atalarımın o an için söylemiş olduğuna inandığım söz geldi aklıma "takke düştü kel göründü". Sırf daha uzun görünsün diye saçlarım kafam geride tavana bakar vaziyette takıldım bir süre ama fark edilmeyecek gibi değildi ki. En sonunda malum soru ile karşılaştım "senin saçların daha uzun değil miydi?" Yok bak uzunlar işte nereye geliyolar diye ters takla atacak derecede geri geri durmuştum ama nafile. Görünen köy klavuz istemez haliyle bende boynumu büktüm gerçek ortaya çıktı.

Son kuaför maceramdan sonra ne zaman uçlarından aldırmak istesem tehditkar bir şekilde gidiyorum kuaföre. İşaret parmağımı kuaför kızlara sallayıp "bak şu kadarcık tamam mı çok kısaltırsan oturur ağlarım şurada" diyerek olabildiğince az hasarla durumu kotarmaya çalışıyorum. Şimdilik halimden anlayan bir kuaför buldum ben darısı tüm kuaförzedelerin başına.

Sağım Soğan Solum Sarımsak (mıydı)


Hayatında neredeyse çeyrek asırı devirecek olup sağını solunu karıştıran kaç kişi tanıyorsunuz?

Şaka mı bu diyenler için en bariz örneği bizzat kendimim. Şu yaşıma geldim haala xx nerede diye sorulduğunda sorulan şey için sağ ya da sol diyeceksem anlık bir kitlenme yaşayabiliyorum. Yer yön duygum keza hiç yoktur, edinemedim bir türlü kendisini. Çalışmalarım sürüyor...


Yer yön duygusu olmayan kişiler için görünen köy her daim klavuz ister. Senelerce aynı yolu gidip gelse de köşede duran bakkal için haala neredeydi bu gibi kendi içinde şüphelere düşebilir. Merkezi bir yolda yürürken kendini bir anda hiç tanımadığı çıkmazlarda bulabilir.


İlgili adresi bir türlü kafamda mimleyemememle ilgili en tipik anım hastane anısıdır bende.


Göztepe SSK hastanesinde annemin 1 ay yatmış olmasına ve her gün sabah gidip akşam eve dönüyor olmama rağmen dolmuşla hastaneye giderken nerede ineceğimi bilemememdi durumum. Dolmuşa bindikten sonra sarf ettiğim tipik 4 cümle şöyleydi:


+ şöför bey göztepe SSK'da incem ben

+ şöför bey göztepede inecek var

+şöför bey ssk

+incem bennnnn.


Yine benzer şekilde 3 senedir aynı ofiste, aynı masada, aynı koordinatlarda oturuyor olmama rağmen bir türlü müdürümün hiç değişmeyen odasını ve yine binamız yapıldığından beri yeri sabit olan lavabomuzun yerini "ezberleyememiş" olmamda bununla ilişkilidir. Ne zaman biri gelip lavaboyu sorsa önce "sağda" dedikten sonra jeton düşüyor gidenin ardından seslenip "pardon soldaaaaaa" diyorum.

Bana göre lavabo sağda müdürüm solda hastane her daim benim inmeyi isteyeceğim durakta. hayat bana güzel evet.



Pazartesi Sendromu Sendromu


Günlerden pazartesi olunca insan yazmadan edemiyor haftanın ilk iş günü psikolojisini. Çok sevdiğim ofis bilgisayarımın başında ayılmaya çalışırken toparlamaya çalışıyorum kelimeleri. Bu arada rüyamda gördüm teee Amerikalardan okuyanlarım varmış. ( aç tavuk misali oldu bu)


Geleyim bahsi geçen konuya. Pazartesi sendromu sendromu dediğim şey aslında kısaca "Pazar Sendromu". Benim kendi üzerimde gözlemlediğim bir psikolojik olay. Muhtemelen pek çok kişi yaşıyordur bunu. Pazar günlerini pek sevmem. Anlaşamayız kendisi ile hemen bitiverir. Ne zaman uyandım ne yedim ne içtim bilmem. Ertesi günün pazartesi olduğunu, sabahın köründe kalkıp (05:45) işe gitmem gerektiğini de düşündükçe bir sendrom oluşur bende haliyle.

Pazartesi günlerim gayet normaldir oysa benim. Evde oturmayı sevmeyen biri olduğumdan (gezmek tozmaktan ziyade boş oturmak) işe gelmek, arkadaşlarımla olmak, işleri toparlamak vs derken pazartesi bende of pof günü olmaz. Pazar ise yeni bir haftanın başlangıcı olduğundan nazarımda (perşembenin gelişi misali) pazartesiden daha antipatiktir.

Pazar, Ağustos 2

Geçmiş Zaman Olur ki


Çok eskilere gitmeye gerek yok bundan 10 sene öncesine kadar pek çoğumuz sobalı evlerde oturuyordu tahminen. En azından kendi adıma durum böyle ki zaten doğalgaz ve kaloriferle tanışmamız 2002 yılına tekabül etse de bunun keyfini yaşayan malesef ailem idi. Onlar daha önce sanki hiç sobalı evde yaşamamış gibi bu lüksü keyfi sürerken ben üniversite okumak için gittiğim şehirde sobanın külünü kim dökecek diye arkadaşımla kura çekiyordum.

Çocukluğu sobalı evlerde geçenlerin şimdinin çocuklarından çok başka anıları vardır eminim. 10 yaşındaki kuzenime baktığımda daha net görebiliyorum aradaki farkı.

Sobanın yandığı odada soba sönmeden uykuya dalmak, yorganın içini ısıtmak için kımıl kımıl kımıldamak çocukluğumun gece antremanı idi. Sabah annemizin kül kovasını çekme sesi ile uyanırdık haftasonlarında. Yanan sobanın üzerinde ekmeklerimizi ısıtıp üstüne yağ sürer erimesini keyifle izlerdik.

İlk deneylerimizide sobanın üzerinde yaptık kardeşimle. Kolonyayı döküp çat çut hoplamasını uzaktan biraz korku biraz zevkle izlerdik. Mısır tanelerini yan yana dizip kimin mısırı daha önce patlayacak diye bahse girerdik. Akşam babam eve geldiğinde yemekler sobanın üzerinde ağır ağır ısınmış olurdu. Akşam çayını içerken annem kestaneleri o zamanlar neden olduğunu bilmeden çizip dizerdi, babam olmalarını bekleyip sıcacık servis ederdi. Haala tam olarak bilmem neden çizerler.

Hep bir köşe kapmaca yaşanır özellikle akşamları. Sobaya en yakın yer en sıcak yer olduğundan keyifle oturmak için biri kalksa da otursak diye beklerdik çocukken. O yüzden hep bir yanağımız daha kırmızı olurdu diğer yanağımızdan.

Şimdi hayatımızda olmadığından belki güzel taraflarını anımsıyor yazıyorum özlemle. Kurması ayrı yakması ayrı dert olan evimizin baş köşesinin sahibi sobayı. Hoş zamlar yine aynı oranda olursa muhtemelen bu kış kardeşimle kura çekiyor olacağım sanırım sobanın külünü dökmek için ve bende bu şans varken çölde kutup ayısı ile kanka olur kül kovasını kardeş kardeş indiririz.

Cumartesi, Ağustos 1

Düğün Salonu

Düğün salonları yaz aylarında bulundukları muhitin açık hava gazinosudur bana göre. Hatta direk matineleridir. Oturduğumuz caddede bir adet mevcut kendisinden. Akşam 7 - 8den gece 12 ye kadar Ankara havasından kolbastıya kadar oynamasamda çalan şarkılar konusunda derin bir kültüre sahibim. Etrafa yayılan gürültünün yanında benim değinmek istediğim konu düğün salonlarının kapasiteleri.

Yemekli düğünler malum daha pahalı, her bütçeye uymayabiliyor. Ne yardan ne serden geçen halkımız ise düğün salonlarında tüm akraba konu komşuyu çağırıp vur patlasın çal oynasın eğleniyor oğlan bizim kız bizim oluyor kaynanalar çatlatılıyor. (sözüm meclisten dışarı)

Düğün salonları 500T otobüsleri gibidir. Davet edilen 300 olsa da gelen 500dür. Aldıkça alır, kimse de hemşerim sen kimdensin demez ilişmezler pek. Herkes kendi havasındadır çünkü. Gelen hiç kimse ayakta kalmaz her daim sandalye bulunur veya temin edilir. Kaynağını henüz bulamasamda sürekli birileri girip çıkar salona daimi bir sirkülasyon söz konusudur.

Özellikle mahallenin bıçkın delikanlıları votka kola ikilisini kapıp masa altı barında geleni geçeni süzüp takılırlar kendi çaplarında. Masaların arasında koşturan çoluk çocuğa hiç değinmedim farkındaysanız çünkü oldum olası hazzetmem kendilerinden. En büyük hayalim katılacağım ilk düğünde bir çelme ile kendisini düşürüp "ah canım acıdı mı" diye yerden kaldırmadan oradan sıvışmak.

Ofis Bilgisayarı

İş hayatınızda en çok muhatap olduğunuz alettir ofis bilgisayarı. En çok iletişimde olduğunuzdur.
Sürekli bir göz ve el teması içinde olmanıza tabiri caizse iş ortağı olmanıza rağmen sizinle arası pek iyi değildir.
Bilimum mide hastalıklarınızı tetikleyebilir, müdürünüze kaşı madara edebilir, olmadık anlarda nerede ne yapıyorsunuz afişe edebilir. Kısaca en yakınınızdaki düşmanınızdır o.

Sizin kullandığınız bilgisayar olmasına rağmen sizden zerre hazzetmez orası kesindir. Hatta antipati duyduğu bile söylenebilir. Bunun için yeterli kanıtlarım var.

1-) Ne zaman önemli bir mail atmanız gerekse outlook hata verir, azar, coşar delirtir,

2-) Müdürünüz önemli bir rapor istediğinde ilgili tüm programlar bir anda kasar kasar olay ülsere kadar gider.

3-) Müdürünüz başınıza gelip şu dosyaya birlikte bakalım dediğinde dosya sittin sene açılmaz, o sırada tüm açık olan siteler göz önüne serilir (msn, facebook, ekşisözlük). Anlayın ki müdürünüze kıl olduğu kadar onunla iş birliği içindedir.

4-) Acil tüm durumlarda fare ekranda olmaz, bilgisayarınız kendisini barındırmaz orasında burasında. Siz elinizdeki kutuyu salladıkça o içten içten gülüp eğleniyordur sizinle..

Not: Ben bu yazıyı ofisten yazıyor olsaydım eğer iş harici olduğundan takır takır çalışırdı. Ne zaman ki biri gelip kendisine işimiz düşse 1 2 3 tıp der kasardı eminim.

kaldır şu telefonu biraz

Milletçe başkalarının özel hayatına pek meraklıyızdır. BBG türü yarışmaların izlenme nedenlerinin en büyük nedenide zaten kim kiminle nerede ne yapıyor merakını yenemememizdir çoğu zaman. Bazen öyle durumlar oluyor ki şahit olmak bir yana tabiri caizse merakımızdan birebir hayatlara dank diye dalıveriyoruz. En büyük örneği dolmuşta vs giderken yanımızdakinin cep telefonuna bakmak.

Merak kediyi öldürür misali istemeden de olsa yapılır, gözü kayar insanın tutamaz kendisini. Çok cebelleşirim kendimle olmaz ayıp diye telkinlerde bulunurum ama sonra "tamam hayatım ok" yazısıyla göz göze gelirim. Başka türlüde bitmez o yol zaten.

Yanınızdaki kişi cam tarafı sizde koridor tarafındaysanız yakalanma riskiniz çok azdır. Refleksleriniz de hızlı ise yanınızdaki "ulan benim mesaja mı bakıyo bu denyo" diye iç geçirip size döndüğü an yapacağınız tek eylem kısık gözlerle camdan dışarı bakmak. "ne oldu yigenim bi durum mu var" diyebilirsiniz de çok hoş olur. Fakat benim istisnai bir durumum vardır bu mesaj okuma konusunda.

Yanımdakinin mesajını okumayı çok seven bir tip olmama rağmen (hergün aynı yolu gide gide artık ezberlediğimden sağıma soluma bakıyorum en ilgimi çeken şeye odaklanıyorum) bende miyop astigmat var ve bu gibi durumlarda 0,75 olan derecelerim bir anda 8 oluveriyor. Ben de nasıl kaptırıyosam artık resmen cep telefonuna eğiliyorum yanımdakinin. Birgün kaptırıp "arkadaşım kaldır şu telefonu biraz" diyeceğim ama hadi hayırlısı...

ilk kayıt \ may day

Her kafadan bir ses çıkıyorken, alem kendi medyasını yaratmışken kafamızı domtizlerden kaldıralım dedik.. uzun uğraşlardan sonra pek süslü bir blog ile bir köşede yerimizi aldık da ben tekim bu çoğulluk nerden ola ki? ilk yazı heyecanı diyip kalemimi açmak üzere çöp kutusunun başına gidiyorum...